29 Ocak 2014 Çarşamba

Katalan bir Şarkiyatçı : Domingo Badia y Leblich nam ı diğer Ali Bey Abbasi

  
  "İlk kez tecrübe ettiğimiz bu kısa seyahatin hissettirdikleri, ancak bir rüyanın tesiriyle kıyaslanabilir. Çok kısa bir zaman aralığında, ayrıldığımızla ufak bir benzerliği bulunmayan tümüyle yeni bir dünyaya, yeni bir gezegene nakledilmiş gibiyiz.
Tüm dünya ülkerinde, komşu devletlerin yaşayanları az yada çok, karşılıklı bir ilişkide birleşirler; bazı derecede kaynaşırlar. Lisanda, âdetlerde, geleneklerde, bu kaynaşmanın derecesi neredeyse anlaşılmaz. Ama tabiatın bu sabit yasası Cebelitarık boğazının iki kıyısında yaşayanlar için hüküm sürmez. Onlar, aynı hâvaliden olmalarına rağmen, bir Fransızın Çinliye yabancı olması gibidirler."

Domingo Badia y Leblich nam ı diğer Ali Bey Abbasi yukardaki satırları 29 Haziran 1803 yılında,  dört sene sürecek seyahatinin başlanıgıcı olan, İspanya'dan Tancer'e  yaptığı kısa gemi seyahtinde yazmış. 

Ali Bey, Mağribi kıyafetiyle
Kimdir Ali Bey Abbasi? 19. yy'ın başında yaşamış Katalan asker, devlet adamı ve casusudur. 1767'de Barselona'da doğan, Londra'da ve Valensiya'da Arapça eğitimi alan Domingo Badia;1803-1805 yılları arasında Ali Bey ismiyle müslüman kisvesi altında Fas'ta, seyahat bahanesiyle "devlet görevinde" bulunmuş. Daha sonra ise hac için Mekke'ye gitmiştir. Mısır , Süriye , Kıbrıs'a oradan İstanbul'a 1807 yılında varmış. Burada müslüman olmadığından şüphelenilmesiyle Fransa'ya kaçmıştır. Bu seyahatini anlatan kitabı 1814 yılında "Voyages d'Ali Bei en Afrique et en Asie pendant les années 1803 à 1807 " serlevhasıyla yayınlanmıştır. 1818 yılında Ali Osman ismiyle ikinci bir seyahate çıkmış. Suriye'de bulunduğu sırada bir İngiliz ajanı tarafından öldürülmüştür. 







Kitabın İspanyolca tercümesi

  Yukarıda kısa hayat hikayesini okuduğunuz Ali Bey'le tanışmam Barselona'da ismi verilmiş (Ali Bei) caddede karşılaştığım levhayla oldu. Geçenlerde de sahafların birinde kitabının İspanyolca tercümesini bulunca hemen aldım ve okumaya başladım. Ve daha ilk sayfada  yukarıda okuduğunuz bölümle karşılaştım. Bu satırlar 19yy.'da bildiğimiz Avrupa merkezli kibrin ve cehaletin göstergesi. Domingo Badia hiç bir ortak noktası olmadığını iddia ettiği Mağrip ile ufak bir tetkik ile bir çok benzerliğin ve etkileşimin olacağının farkında olmadan bu satırları yazmış.

 En temelinde, konuştuğu her hangi bir batı dilinin (Fransızca, İspanyolca, Katalanca) Arapça'dan nasıl etkilendiğini bilmesi gerekerdi. Latince kökenli bu dillerde, Latince'de olmamasına rağmen Arapça'dan geçmiş harf-i tarif (article, İspanyolca'da El, La gibi )  bunun en basit örneğidir. Yine İber yarımadasında  en çok konuşulan dil olan İspanyolca'da  dört bine yakın Arapça'dan geçmiş kelimenin olması da başka bir örnektir. 

Yukarıdaki iki örnek başta alıntıladığımız düşüncenin ne kadar boş olduğunu anlamak için yeterlidir. Akdeniz binlerce yıldır bu etkileşimin havzası olmuş, fikirler, kelimeler, alışkanlıklar burada rahatlıkla dolaşmıştır doğudan batıya olduğu gibi batıdan doğuya da. 


Ali Bey'in kitapta bulunan Arapça el yazısı

22 Ocak 2014 Çarşamba

Çeşmeler, sebiller ve mai leziz.

                                                                ******
  Çocukluğumda, bir Arabistan şehrinde ihtiyar bir kadın tanımıştık. Sık sık hastalanır, humma başlar başlamaz İstanbul sularını sayıklardı:
     -Çırçır, Karakulak, Şifa suyu , Hünkar Suyu, Taşdelen, Sırmakeş.....

Âdeta bir kurşun peltesi gibi ağırlaşan dilinin altında ve gergin, kuru dudaklarının arasında bu kelimeler ezildikçe fersiz gözleri canlanır, bütün yüzüne bizim duymadığımız bir şeyler dinliyormuş gibi bir dikkat gelir, yanaklarının çukuru sanki bu dikkatle dolardı. Bir gün damadı babama:
    - Bu onun ilâcı, tılsımı gibi bir şey... Onları sayıklayınca iyileşiyor, demişti.

Kaç defa komşuluk ziyaretlerimizde, döşeğinin yanıbaşında, onun sırf bu büyülü adları saymak için, bir mahzenin taş kapağını kaldırır gibi güçlükle en dalgın uykulardan sıydıldığını görmüştüm. Sıcaktan ve sam yelinden korunmak için pencereleri koyu yeşil dallarla iyiden iyiye örtülmüş odanın, berrak su ile doldurulmuş havuz dibi loşluğuna bu isimler teker teker düştükçe ben kendimi bir büyüde kaybolmuş sanırdım. Bu mücevher parıltılı adlar benim çoçukluk muhayyelemde bin çeşit hayâl uyandırırdı.
     Dört yanımı su sesleriyle, gümüş tas ve billûr kadeh şıkırtılarıyle, güvercin uçuşlarıyle dolu sanırdım. Bazan hayalim daha müşahhas olur, bu sayıklamamnın tenime geçirdiği ürperişler arasında, tanıdığım İstanbul sebillerini, siyah, ıslak tulumlarından yağlı bir serinlik vehmi sızan sakaları, üstündeki salkım ağacı yüzünden her bahar bir taze gelin edası kazanan mahellemizin küçük ve fakit süslü çeşmesini görür gibi olurdum. Bazan da yalnız bir defa gittiğimiz Bentler'in yeşillik tufanı gözümün önünde canlanır, o zaman biraz da kendi kendime yaptığım gayretle, bu loş ve yeşil aydınlıklı oda gözümde, içinde hastanın, benim, etrafımızdakilerin acayip balıklar gibi yüzdüğümüz gerçekten bir havuz haline gelirdi.
        Bu kadına sonra ne oldu, bilmiyorum. Fakat içimde bir taraf, ölümünden sonra bir pınar perisi olduğuna hâlâ inanıyor.
        Her su başını bir hasret masalı yapan bu meraka senelerden sonra ancak bir mâna verebildim.
        Istanbul bu kadın için serin, berrak, şifalı suların şehriydi. Tıpkı babam için hiç bir yerde eşi bulunmayan büyük camilerin güzel sesli müezzinlerin ve hafızların şehri olduğu gibi.
                                                                         *****
Yukarıdaki satırlar Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Beş Şehir adlı eserinin İstanbul'u anlatan bölümün ilk satırları. Tanpınar'ın İstanbul'u anlatmaya camilerden, boğaziçinden değil de sularından ve çeşmelerinden başlaması İstanbul için bu yaşam kaynağının ve etrafında oluşan kültürünün ne kadar önemli bir yer işgal ettiğinin bir nişânesi.
       Su ve onun yarattığı kültür, tarihi akış içinde farklı şekilde tezahhür etmiştir. İşlevselliğin ve estetiğin buluştuğu mimari eserler günümüze kadar gelmiştir. Roma döneminde su sarnıçları, su kemerleri, çeşmeler yaplmıştır. Osmanlı da bundan geri kalmamıştır. Akan suyun makbul sayılmasından dolayı özellikle çeşmeler İstanbula nakşedilen süsler olmuşlardır. Son dönemlerde bu çeşmeler suyu akmaz hale gelmişlerdir. 80lerin sonunda mahalle aralarında dahi rastladığımız küçük çeşmeler artık yok. Aslında bakarsanız yukarıda ismi geçen sular da yok. Sıcak yaz günlerinde soluklanmak harereti gidermek için yapabileceğiniz tek şey yarım litrelik plastik şişeyle serinlemek. İşte bir gelenekte bu şekilde tarihin tozlu sayfalarında yok oldu.
       Peki Barselona'yı anlatan bir blogda niye İstanbul'u yazıyorum diye soruyorsunuzdur. Barcelona'da güzel çeşmeler var ve hâlâ faaller.

Gotikte insan başı motifli faal bir çeşme.  
                                                                                                 

Barselona şehir arması taşıyan ve şehrin her yerinde rastlayabileceğiniz sebil
                                                                                                                                                                                 

Carrer de Hospital'deki Çarmıhtan indirilen İsa kabartmalı çeşme

Kot farkından dolayı yolun aşağısında kalmış bir çeşme
Kendini ideolojik yaftalardan kurtaramamış kitabeli bir çeşme